26 Kasım 2010 Cuma

Kendim..


Herkes bazen bir günü 'kendi'yle geçirmek ister. Bir sebebi olması gerekmez. Evde olması gerekmez. Dışarıda olması gerekmez. Gece gündüz farketmez. Herkes bazen 'kendi'yle yalnız kalmak ister. Ona kızmak ister, kırmak ister. Sevmek ister sonra, pişman olur söylediklerine. Sarılmak ister. Kendisini mutlu eden şeylerle arkadaş olmak ister. Kendisini üzenlerle savaşa girer.

Şöyle bir bakınca kendiyle yalnız olmadığı zamanlara, aslında yalnız olmadığını hatırlar insan. 'Kendi' daima onunladır. Bazen biraz fazla, bazen biraz uzak. Ama asla ayrı değil.

'Kendim' benim en iyi arkadaşım. En çirkin zamanlarımı ondan saklamıyorum, hatta sivilcelerimle o ilgileniyor. Ve güzel giyindiğimde ilk o görüyor beni, hatta o karar veriyor ne giyeceğime. Hangi insana güvenmem gerektiğini o söylüyor. Hiç kimse anlamazken o daima anlıyor beni. Her şey hakkında daima hemfikir olduğum kaç arkadaşım var ki?

Onu seviyorum. Siz de 'kendiniz'e onu çok sevdiğinizi söyleyin. 'kendi'ler bunu duymayı severmiş. Öyle demişti bir keresinde 'kendim'.

30 Ekim 2010 Cumartesi

Bu da Gitti..


O gittikten sonra uyandığında, yarı çıplak oturup yatakta ‘bu da gitti’ diye düşüneceğini bildiği için terketmemişti seni daha önceleri. Gidişinin sende bu etkiyi uyandırması, ne onun eksikliğiydi ne de senin maymun iştahın. Hata yoktu, doğru da yoktu. Yalnızca ‘uyanmak’ ve uyanır uyanmaz ‘yalnız olduğunu hissetmek’ vardı. İkiniz de hissettiniz, derin derin. Sen çirkindin; yeşil gözlerin dalmıştı yatağın ucuna, gözbebeklerin büyümüş, hata bulmaya çalışırken kendinde, başarısızdın yine her zamanki gibi. Onun gözleri ıslaktı, denizi kokluyordu. Cevap bekliyordu rüzgardan. Hatta emin bile değildi gitme kararından, dönerdi belki ama ‘niye geldin’ dedirtmek istemedi sana.

İsterdin sen de aslında ‘Geri dön’ diyebilmeyi, beceremezdin. Bu da senin yetisizliğindi işte. Çocukluğundan beri kaybolan şeylerin kaybolduğu düşüncesini yoksayardın; oturup düşünürdün daima ve aynı sonuca varırdı fikrin:

“Bu da gitti.”

13 Ekim 2010 Çarşamba

Bugün Çok Güzeldiniz..


Sabahları kitap okumak, alışkanlıklarım arasında değildir. Bugün sırf metrobüste okuyabilmek için ayrı bir çantaya koydum 'aşk'ı ve bütün gün taşıdım. Okudum yolda. Otobüsten indiğimde İstanbul çok güzel göründü gözüme. Hafif yağmur, ılık rüzgar.. Kitabın etkisi eğildi bu, ben zaten seviyorum bu şehri.

Metroda ney çalan adamı dinledim müzikçalarımı durdurup. Hüzünlü şarkı dinlemeyi de sevmem sabahları ama, bildiğim bir melodiydi çaldığı. Huzur buldum.

Seyrettiğimiz film de günün enerjisine eşlik edercesine neşe vericiydi.

Benim de eksiklerim var yaşamımın içerisinde, herkes gibi, o ünlü kızınki gibi.. Ama onları yazmak istemiyorum. Hüzünlenmek değil, mutlu olmak ve yazının sonunda yüzlerinizde oluşacak küçük bir gülümseme hayal etmek istiyorum. Zira bugün, uzun süre sonra mutluluğu hissettim tekrar.

Çok büyük mutluluk planlarım yok. Bazen ılık hava, bazen bir film, bazen bir dost, bazen bir çift güzel söz.. Sadece biri yeterken gülümsememe, şans benimleydi ki, bugün hepsi benimleydi. Teşekkür ederim Tanrı'm.

Bugün çok güzeldin 13.10.2010
Bugün çok güzeldin İstanbul,
Bugün çok güzeldin Djarium Black,
Bugün çok güzeldin Mammuth,
Bugün çok güzeldin Elif,
Sevgiyle.

2 Ekim 2010 Cumartesi

Şarkıdan Plaster..


Bazen daha müziğini duyar duymaz iç geçirdiğim şarkılar var. Aklımdan geçenlerin jeneriği gibi. Hatta daha çok jeneriğe uygun şeyler geçer aklımdan.

Şarkıların yeri yara bandı gibidir bende. Bir yerim kanamıyorsa oraya bant yapıştırmam. Yapıştırsam bile o küçük tedavinin huzurunu hissedemem. Gerçek yaraların üzerine şefkatle oturan bantlar kadar olmaz hiçbiri.

Şarkılar da öyle. Bana iç geçirtirken oturuyorlar yaralarımın üzerine. Gözlerim takılıp da bir noktaya, kitleniyorsa aklım bir anıya, bir adama; o şarkı yapışıyor demektir o anının sancısına.

Tekrar tekrar dinlerim işte o şarkıyı. Kabuk tutunca da yaram, çıkarırım yarabandımı. Yeni bir anı, yeni bir acı oluncaya dek unuturum sancımak nedir bir şarkıda. Umursamam şarkıların şefkatlediği anılarımı.

*Teoman - Mektup:
http://fizy.com/s/1ajewr

26 Eylül 2010 Pazar

Deniz Diyor ki..


Bir denize ağır gelir mi üzerinde yüzen gemiler..
Biter mi balıkları içtikçe suyunu
Gel ve git, hatrın kalır bende
Giderken oluşturduğun kabarcıklar kaybolana dek..

'Bir denize yarşır mıyım' diye sor kendine.
Ne küçüksün değil mi, ne aciz. Böyle buldun cevabı.
Korkarsın bir coşarsam..
Tanrı'yla konuşup kıyılar dilersin kendine
Ve sakinsem çarşaf gibi;
'Aşk' yazan göğsümü açıp nazlı nazlı salınsam
Bırakıp gidersin başka denizlere.
Hem tutkularım korkutur seni
Hem aşkım çeker kendine.
Beğenmezsin limanlarımdan birini
Ya da bağlanmanın ince cilvelerini.

Dinlemelisin, deniz diyor ki,
'Gemiysen denizinsin.
Ya limanımda yaşarsın ya derinlerimde ölürsün
Hırçınlığımla seviş ve sakinliğimi al koynuna
Bensiz yüzemezsin, sensiz yalnızım
Sevgili(ni)m'

17 Haziran 2010 Perşembe

Limanım Ben..


"Ben kırılmış olamam, olsam da geçer; unuturum nasıl olsa. Yahut üzülmüşsem üzülmek istemişimdir, bu başka kimsenin kabahati olamaz. Susuyorsam kızmışımdır; mutlaka aynı şekilde karşılık bulmalı bu hareketim. Hiddetle karşılaşırsam sakin olmalıyım, dindirmeliyim kızgın sohbeti. Ben kızarsam ipler kolayca kopar çünkü ben böyle istemişimdir..."

Beni böyle karıştırmanıza ne gerek var ki hazır siz de istemiyorken benimle olmayı. Evet, ben limanım, siz de gemilerimsiniz. Her koşulda alır sizi bağlarım babalarıma, basarım bağrıma. Ama bu merhametime karşılık, bana vura vura gidişleriniz canımı yakmakta.

Arkanızda bıraktığınız limana verdiğiniz hasar umrunuzda olmayabilir. Lakin her vuruşunuzda siz su almaktasınız, bir bilebilseniz..

Ben de incinebiliyorum. Ve her incinme, sizin artık bağlanamayacağınız bir babamı söküp alıyor göğsümden. Kalabilmeyi bir deneseniz halbuki.
Sevgiyle..

6 Haziran 2010 Pazar

Adam Dediğin..


Adam dediğin, içini açacak kadının. Bir bakışıyla anlatacak hiddetini, elleriyle temizleyecek sevgisinin kirlerini..

Adam dediğin, öyle sahiplenecek ki kadını, salt kıskanma değil de, kadının adı geçti mi bir cümlede yüklemi olacak o tümcenin mesela..

Sevecek adam dediğin, yalan söylemeden.. Herkese piç gibi davransa da sana duru olacak..

Bir adam, kaybetmeye korktuğun.. 'Onsuz yaşamın ölüme eş olduğu' anlamı yüklenecek bir adam.. Onun olacaksın işte. Tüm geçmişi örtüp gelecektekileri görmezden geleceksin..

Değer verecek adam, elini tuttuğu kadına. Lakin bunu diğer erkeklerden sakınarak belli etme acizliğine başvurmadan hissettirecek ki, kadın bilebilsin bir eşyadan farklı olduğunu..

Ve bir adam.. Bilecek yerini. Gitmişse ya da kalmışsa yüreklice yerine getirecek o durumun gerektirdiklerini; adamsa! Ne büyük yürekler gördü kadın, bilir kim daha adamdı. Bu yüzden, ilk önce kendini kandırmayacak adam dediğin..

Bu bir ütopyadır.
Sevgiler..

25 Mayıs 2010 Salı

Eski Radyo..


Ben senin üstünü örttüm genç adam, zamanın tozu çöktü üzerine. Kaldırsam şimdi örtüyü, alsam tozunu hafif hafif.. Yenilenir misin sanki..? Tavan arasında kalmış bir radyo tahayyül et. Vaktiyle ne çok eğlendirmişti sahibini. Yıllar sonra çıkarılınca salon süsü olmaktan öteye geçebilir mi? Eski tatlı günleri hatırlatır yalnızca..

Salonda ya da tavan arasında.. Bulunduğu yer önemsizdir verdiği duyguyu hissetmek için. 'Varlığı süs, yokluğu farkedilmez.'

Şimdi sevsem seni yeniden, bana yeni şarkılar mı söylersin? Eskimemiş midir sanki notaların.. Alışılmış, unutulmuş frekansların..

O eski radyodan gelen sesleri dinleyip şaraplarım geçmişi ben. Şarap yakışır zira eskimiş günlere.. Sen de her yudum şarap gibi kalmalısın geçmişte.. Biraz acı, biraz ekşi ve mayhoş..

Şimdi, eski radyoyu kapat genç adam.. Dem'in geçti nihayet..

7 Mayıs 2010 Cuma

Hiçbir..


Hani, denizde dalga olur da deniz otobüsü o dalgayı keserek geçmek zorunda kaldığında karın boşluğun gıdıklanır ya, işte o anki heyecandın benim için.. Öylesine tatlı, hoş bir his; geçmesin istediğin ama birazdan geçeceğini bildiğin bi gıdıklanma..

Seni ne çok tasvir ettim benim için ne ifade ettiğini anlatırken.. Hiç birini üstüne alınmadın değil mi? İşte ben de o 'hiçbir'den biriyim. Beni de hiç alınmamıştın üstüne..

Ve sen hayatımdaki karabataklarımdan biriymişsin sadece.. Henüz tanımadığın ne çok dalgam vardı halbuki..

28 Nisan 2010 Çarşamba

İlk Defterim'e Mektup..


Merhaba Sevgili.. Eski Sevgili..

Nasılsın görüşmeyeli? Neler değiştirdin benden sonra hayatında..?

Beni soracak olursan 'iyi'yim. Tatlı bir sonun ardından soğuk bir bekleyiş atlattım. Dostlar tuttu elimden ısınırken, benimse başım hep biraz arkaya dönüktü. Hala pervasız bir aptal olsaydım bedenimi de döndürüp geriye, koşardım geçmişe. 'Bilmek' gerçekleri, yalnızca gözlerime söz geçiremedi işte, herneyse..

Bugün farkettim ki sen, benim ilkokuldaki yazmayı öğrenme çabamdın. Kalem tutmayı yeni öğrenmiş, hevesle çiziktiriyordum harfleri defeterime. Giderek daha güzel yazıyordum, kalem yakışıyordu elime. Yazmayı geçekten öğrendiğimde defterimin 'son' sayfasına gelmiştim.

Yazmak hoşuma gitmişti, evet. Ve, bana öğrenmeyi bağışlayan o ilk defter de bitmemişti gerçekte.. Başlangıçtı o.. Bir ilkokul çocuğunun aptalcasına saf azmiyle dolu o defteri kapattım ben de.

Daha yeni defterlerim de olacaktı, daha güzel yazılar da yazacaktım ama yazmayı öğrendiğim o 'ilk' defterim olmayacaktı hiçbiri. Evet, daha düzgün yazacağım diğerlerine, ama 'sana' yazdığım çarpıklıkta sevimli olmayacak hiçbiri..

Sen benim o ilk defterimdin öğrenmeye çalıştığım çiziktirmeyi.. Kaybettim seni, sana tüm yazdıklarımla..

Sen o defter gibi sessiz ve beyazdın. Ben çırpınırken sana yazmayı öğrenmek için, yalnızca baktın bana sakince. Ve tertemizdin yeni bir başlangıç için. Ben kirlettim seni gereksiz yalpalayışlarımda..

Ama bilmeni isterim ki,hayatımda ilk defa bir şeyi kirlettiğim için pişman olmadım. Şimdiye dek gördüğüm en tatlı kirli şeydin. Kirlenmek her an güzeldi zira..

Şimdi diyorsan eğer 'ben neymşim..!' diye, şaşırman mümkündür. Çünkü 'benim gördüğüm sen'sindir anlattığım..

Ellerini özleyeceğim,
Hoşçakal..

11 Nisan 2010 Pazar

İstanbul'a Satıldım..


Bugün yolun kenarında papatyaların içinde beline kadar gömülmüş bir adam gördüm. Demet yapıyordu beyazlardan.. Bir sağdan koparıyordu, bir soldan.. Satmak için mi topluyordu yoksa birine armağan mı edecekti, bilmek istedim. Bu bilinmezlik hoşuma gitti. O adamı sevdim..

Yapmak istediğimi yapmakta tereddüt ettiğimde diğer insanların fikrini önemsemediğim zamanlar geldi aklıma. Papatyaları toplayan adamda o pervasızlığı gördüm. Bi kere daha sevdim onu..

Sonra, köprüden önceki son çıkışa ekilen mor çiçekleri gördüm. O kadar güzellerdi ki gözden kayboluncaya kadar izledim o manzarayı. O mor çiçekler cennete uzanan bir yol gibiydi yalnızca benim farkedebildiğim. Ben o yolu bilerek terketmiştim, geç kalmıştım randevuma. Aklımda bir güzellik olarak kaldı sadece. Doğru zamanda doğru yerde olmayı reddettim belki de, herneyse..

Biraz ilerleyince, Boğaz'ın o ışıltılı güzelliğini izledim. Bana milat öncesinden gelen İstanbul şiirleri söyledi o anda Boğaz.. Bir kez daha aşık oldum ona.. Yanımızdan geçen bir arabadaki amca burnunu karıştırıyordu. Gülümsedim :) Komik olan amcanın vaziyeti değil, insanların bu güzelliği farketmeye algılarının kapalı olmasıydı.

Akabinde, İstanbul'dan ayrılma düşüncesi aldı benliğimi.. Nasıl yapabilirdim bunu bilmiyorum. Bu işkencelerin en eziyetlisi olurdu.. Argo kelimeler pelesenk olsa da dilime, şehvetli kelimeler telaffuz etmem pek. İşte, İstanbul için yıkılan bir tabu: "Hayatım İstanbulla sevişsin istiyorum.. Ömrümün sonuna kadar onu arzulayacak biliyorum.. Ne kadar sahip olursa o kadar korkacak İstanul'u kaybetmekten ve sahip olamazsa da en büyük tutkusu, rüyası olacak kuşkusuz.."

Ah bu bendeki İstanbul sevdası, benliğimi söküp İstanbul'a satıyor habersizce benden..
Bu güzel şehre sevgiyle..

Suskun Duvar..


Nasıl bir insansam ben.. İnsanları hep kırıyorum, üzüyorum.. Kardeşim bugün,"Neyin var senin, uzaylı gibi bakıyorsun" dedi bana. Sanki bir iki tane uzaylı görmüşlüğü var keratanın.. Bunu bana kardeşim söylüyor; en yakınım..! Bana ne olduğunu görebilseydim; keşke ruhumu bedenimden ayırıp kendime ne yaptığımı izleyebilseydim dedim bu gece..

Şu anki haliyet-i ruhiyemden kimin haberi var ki.. Öyle küçük şeylerle geliyor ki insanlar bana, yavaş yavaş çürütüyorlar an'ımı.. Birden büyük darbeler indirmiyorlar hayatıma; küçük vidalar çakıyorlar.. Onların duvarı olmak zorunda olmadığım halde susuyorum. Yüzeyimde raptiye çakıcak kadar bile boş yer kalmadığında susuşumun kutsal yanını görürler sanıyorum.

Susmalı mıyım? Onların duvarı olmalı mıyım? Enerjimi emen insanlara katlanmalı mıyım? Cevabımı biliyorum ve susuyorum..

Geçerken hayatıma uğrayan kişilerin ayak izlerinin kalıcı olmayacağını biliyorum. Ama beni gerçekten tanımayan bu insanların bana kızıp bağırıp çağırmasından da sıkıldım..! Artık böyle küçük şoklar için elverişli değil kalbim.. Zira kimseyi mutlu etmek zorunda olmadığımı, zaten herkesi memnun etmenin imkansız olduğunu öğreneli çok oldu..

Sevgiler hayat..!

28 Mart 2010 Pazar

Gökkuşağı Aşklarına..


"Keşke gerçek olsa o adamın dileği, Gökkuşağının altından geçenin Üstü başı renk olsa.
Gökkuşağı bile gerçek değil halbuki", dedim..

"Niye?" dedi dost.
"Geçemezsin ki altından" dedim
"Oysa küçükken öyle kandırmadılar mı bizi..
'Gökkuşağının altından geçerken Ne dilersen gerçek olur' demediler mi!
Geçemezsin çünkü.
Çünkü isteklerin gerçekleşmez.
Çünkü senin isteklerinden önce hayatın dayattıkları vardır sana

Sana, dilek dilemek bile imkansız kılınmıştır

Bir gökkuşağı altında"


"Ulaşılamıyor olması değil mi onu güzel kılan?" dedi dost.
"Evet, imkansız olan güzeldir.
Ve gökkuşağının imkansızlığı başka güzeldir" dedim
"Uzaktan beğenirsin renklerini de,

Yakınına gittin farzet, dedim..

Renkleri piksellere ayrıldığında görmezsin o ahengi.

Onu uzaktan seyretmeyi tercih edeceğini anlarsın

Ve bir sır gibi saklarsın:

'Gökkuşağı, yakından renksizdir'
Ama soranlara o güzeldir dersin.."


Sevginin yağmurunda vukû bulan
İmkansız aşklara,
Sevgiyle..

25 Mart 2010 Perşembe

Hayatın Anlamı..


"Bütün gün play station oynamak.. hayatın anlamı budur işte.." dedi çocuk annesine.. Annesi, "Bu mudur sence hayatın anlamı?! Hayır, hayatın anlamı, çalışmak iyi bir gelecek hazırlayıp ileride rahat etmektir" dedi.. Bu, annenin kendi hayatı ve oğlu için güdtüğü anlam olabilir ama çocuk anlamlı bulmuyordu işte..: "Öyle midir?" dedi tereddütlü bir sesle. Şefkatle onayladı annesi..

Hayatın anlamı, salt gelecekte rahat etmek değildir bana kalırsa. Hayatın anlamı, küçük ancıkların büyük huzurundan ibarettir aslında.. Deniz kıyısındaki yosun kokusunda ve denizin huzurlu ninnisinde; sevgilinin gözlerinde -bazen ayrılığın soğuk hali, bazen vuslat sevinciyle bakan-; duyduğun bir şarkıda; gördüğün bir rüyada; bir şey başarmakta -kek yapmakta mesela-; bazen sokakta uyumakta ya da tanımadığın birine tebessümle bakmakta..

Bazen ince uçlarda yürümekte, kararsız kalmakta;ağlamakta ve düşüncelerde boğulmakta; bekleyişlerde, gelmeyişler ve gitmeyişlerde.. Bir şehri özlemekte; bir şehri gözlemekte..

Hayatın anlamı; aslında gün içinde yaptığımız yapmadığımız, yapmayı düşündüğümüz ve yapmayı düşünmediğimiz her şeyde.. Bir tercih söz konusu olabilmişse eğer, geri kalanları ayıklamaktır hayatın anlamı. Tıpkı bir paket mercimekteki taşları ayıklayıp temiz bir mercimek yemeği pişirebilmek gibi.. Tercih nedir? Mercimekten taşları mı, yoksa taşlardan mercimeği ayıklamak mı?

24 Mart 2010 Çarşamba

Dost'a..


Hep kendisiyle yürüyeceğini bildiği ne kadar az yazkını vardır kişinin.. Ve onları ne kadar nadir farkeder hayatın akışında.. An'ı görmeyi bilen biri olarak, onları da gördüğüme inanıyorum ve onları nasıl yürekten sevdiğimi hissediyorum..: kalkan olurcasına önlerindeki kötülüklere..

Dahası, kişinin arkadaşlarının niceliğinden öte niteliği önemli değil midir..? Mesela, dişimde maydonoz olduğunu bana haber vermeyen bir arkadaşın samimiyetinden şüphe ederim ben..

Ne düşündüğünü gözünden anladığım, sesinin tonundan gerçek düşüncesini yakaladığım, kalbini bildiğim ve gülüşünü sevdiğim dost..! Hiç aynaya bakmadan giyinsem ve makyajımı gözbebeğine bakarak yapsam, eksiksiz hazırlanabilirim..

Biz; birlikte gülüp eğlenebiliyorsak, birlikte üzülüp kızabiliyorsak, aynı şeylere şaşırıp benzer şeyleri seviyorsak.. Sohbet ederken kelimelerimiz vakti susturuyorsa ve saat dili bağlı, gözleri dehşet içinde ilerlemiş bakıyorsa bize..

Birbirimiz için istediklerimizde iyi niyet hakimse hep.. Birbirimize kızdığımızda ya da kırıldığımızda bunu söyleyebiliyor ve sorunu çözebiliyorsak -atmıyorsak içimize, kinlenmiyorsa yüreğimizde yanlış anlaşılmalar..-; kalp ağrılarımız, sevinç gözyaşlarımız birbirimizin yüreğinde aynı anda pırıldıyorsa..

Kitaplarda, şiirlerde, şarkılarda bir parça varsa birbirimizden.. Ortak noktalardan kocaman minik bir dünya kurmuşsak kendimize, ayrılıklarımızı şefkatle kabullenmişsek..

Kendimi şanslı hatta çok şanslı hissetmekten alamam inan ki.. Şimdi:
"Yapraklar yatağın olsun
Kırlangıçlar arkadaşların
Büyük aşklar hep senin olsun
Hem zaten boşu boşuna
Başkalarında duruyorlar.."
Sonsuza uzansın bu şarkı sen her sabah uyanırken sadece senin için..
Dost'a sevgiyle..

21 Mart 2010 Pazar

Bebeler Sigara İçerse..


İlk dinlediğim anda, Gripin şarkıları üzerimden geçti adeta.. Bezgin ve huzurlu bir tat var vücudumda.. Gözlerim mayhoş bakıyor hayata, mutlu..

Tam da bu hazzın üzerine Galata'da durmuş ufka doğru tüttürürken biz siyahı, bir bebe damladı yanımıza; ateş istedi zavallı.. Çakmağı ağzının ucuna getirince büyüdü sandı. Oysa becerememiş yakmayı, bu sefer arkadaşı vardı yanımıza; tekrar çakmak istedi. Aldım elinden tek yaprağı, yaktım dostun sigarasının ucundan; verdim bebeye. Şaşırdı..

Sonra tekrar gelip "bu sigara ruj olmuş, başka sigara ver" dedi. "Başka sigara yok, beğenmiyorsan içme" dedim.. Attı ve ardından, "ruj da tatlıymış, çilekli.." dedi. Mentollüydü halbuki..

Erkekler böyle işte: Hem istekli ve cesur hem de şaşkın ve korkak.. O tek yaprağı yere fırlatırken içi cızladı, adım gibi biliyorum.. Benimle öpüşüyormuş gibi hissedecekti oysa içerken.. Lakin bebe bilmeli ki, "öpmek" erkek işidir, çocuklar sadece yapışır.. Zira, bir "erkek"in sigarasını yaksaydım aynı edayla, minnettar kalabilirdi bana..

Annesinin memesinden kopup sigaraya yapışan bebenin o sigaradan anladığı şeyle öpüşmekten anladığı şey aynıdır:"Büyüdüğünü zannetmek". Zira ikisine de yapışır bebe.. Ne sigaradan bir şey anlar ne de öptüğünden..

Bu yüzden bence bebeler sigara içmemeli, hatta öpüşmemeliler de..

14 Mart 2010 Pazar

Otobüse Benzer Her Sevgili..


Biriyle beraber olmak, otobüsle şehir içinde gidip gelmek gibi bir şey.. Düşünsene; mevsim kış olunca ellerin üşür otobüse binene kadar. Sert soğuk kış acımazken sana, binince ısınır ellerin, iliklerin. Önce biraz sızlar parmak uçların, o an en büyük acı gibi gelir bu sana. Sonra alışırsın sıcağa ve seversin mayıştıran bu tatlı hissi.
Ara sıra durur otobüs duraklarda. 'Her ilişkide olur' der, beklersin; inmezsin her durduğunda..

Değişik yüzler tanırsın otobüste. Hiçbirini hatırlamazsın indiğinde. Yine de ortak noktanız vardır eni sonu, aynı otobüstesinizdir.

Her kalkış sonrası otobüs hızlandığında, heyecanlanırsın. Kalbin bir değişik çarpar. Duraklar arkada kalır; sabırsızlanırsın. İnme vaktinin yaklaştığını hissedince düğmeye basıp sinyal verirsin otobüse: "inecek var" - 'terkedecek var' dır aslında o -. Ve verdiğin her siyali de doğru anlar Allah'ın cezası otobüs..!

Bu seyehatler sürerken mevsim yaza döner. Serinlersin; yazın klimalarını açar senin için başka otobüsler. Ferahlatır seni bu yapmacık serinlik. Fakat hiç değişmez yazgı, duraklarda durur hep farklı otobüsler. Yine aynı durakta inersin; bilirsin ki; bir sonraki durakta da insen, bir öncekinde de yine aynı son yaşanacak..

İnersin otobüsten.. Sen aheste yürürken artık kendi yolunda, o çoktan varmıştır başka duraklara. Yorulursun evet, uzun bir yolu yalnız yürümek zor gelir yekpare vücuduna. Yine de bilirsin ki, hiçbir otobüsle hiçbir yolun sonuna kadar gidemezsin; Elbet bir yerde indirir seni.. -inersin elbet..-

13 Mart 2010 Cumartesi

"Terk" Üzerine..




Müzik çalarım kaybolduğunda, her şeyin beni bırakıp gitmesinden şikayet etmiştim. Hatta eskimiş arkadaşlarımın beni nasıl terkettiklerini hatırlayıp hayıflanmıştım. Sen, "bende öyle bir şey olmayacak" diyerek sözde hep benimle olacağına söz vermiştin.. İnsanlar böyle özel sözleri neden çok kolay verebilirler, anlamam!

Bu sözünü hatırladım ve bu küçük anı gülümsetti çehremi. Beni terketmemiştin zira. Terkettirmiştin kendini..!

Sözünü hatırladığımda beni avutan ve birkez daha, daha şiddetli gülümsememe vesile olan şeyse, başka bir anıydı. Senden çok önce, akbilimi kaybetmiş ve buna çok içerlemiştim. Müzik çalarım gibi onun da beni terkettiğini düşünmüştüm. O zaman hayatımdaki kukla, "Seni terkedecek kadar aptalmış demekki.." diyerek teselli etmiş, bir süre sonra da aynı aptallığı kendisi üstlenmişti. Bende aptal şeyleri çeken nedir, merak eder olduysam da çok üstünde durmadım.. Gülümsemek yetti ruhuma. Tuhaf olan, eski anımın yeni acıma cevap vermesiydi. Hayat, böyle ilginç enstanteneler sundukça sahneme, ilgimi çekmeye devam edecek yaşamak..

İnsan, içinde yaşadığı an'ın anlamını yaşarken anlamıyor da, üzerinden zaman aktıktan sonra dank ediyor. Adeta zaman yıkıyor an'ları; nehre yuvarlanan çamurlu bir taşın zamanla parlaklığını gösterebilme şansına kavuşması gibi..

Zamanın yıkadığı an'ların gülümsetmesi dileğiyle..

11 Mart 2010 Perşembe

Çocuksun..


Ailenin küçüğü, muzur bir çocuksun; yanakların al al, gözlerin pırıl pırıl. Tüm yaramazlıklarına rağmen o kocaman, tertemiz kalbinle "çocuksun" işte.

Bayramlarda en çok şekeri toplayan, okul dönüşü üstü başı en çok kirlenen, yemeğini döke saça yiyen sonra da annesine masum masum bakıp yanağına tüm yaramazlıklarını unutturan kocaman bir öpücük bırakan çocuksun.

Uyumadan önce enerjisini oyuncaklarına seve seve veren, bir daha sesini öyle doyasıya kullanamayacağını bilmeden çığlık çığlığa bağıran, şarkılar söyleyen ve tüm çocukluğunla, pembe yanaklarınla sızıp büyük düşlerine daldığın minik dünyanda kocaman yürekli çocuksun.

Eski püskü bir oyuncağın var. Onu öyle önemsiyorsun ki kırılacak diye oynamaya kıyamıyorsun, o kadar!

Bir gün eve geldiğinde oyundan, hem de öylesine güzel bir gün geçirmişken, göremedin onu. Kaybolmuş. Sen evde yokken, her ne olduysa artık; temizlikçi mi kırdı, başka çocuklar mı aldı, sen mi kaybettin -ki bu imkansız-, yoksa o mu gitti, bıktı mı senden? Yok işte şimdi.

Ne kadar yaramaz, ne kadar umursamaz olursan ol, o senin kendi dünyanda özeldi sana. Senindi. Koruduğun kolladığın, sebebini bilmeden yitirdiğindi. Kaybının kalbindeki yarası, uyumadan önce allanan yanağında kurudu, gördüm çocuk!

Ve arabalar alındı, rengarenk balonlar, ayakkabılar, ve nice teselli armağanları.. Aklın ve kalbin onda kaldı biraz. Sonra geleduran yeniler avuttu seni bir nebze. Gülümseyebildi çocuk yüzün. Gülümseyebildi nihayetinde ama, hatırladıkça sebepsiz kayboluşunu o özel oyuncağının, dalıp gittin çocuk, gördüm!

Zaman aktı, yeniler geldi ve hep gitti, kayboldu bir şeyler, birileri.. Onun kadar acıtmadı, onun kadar uzaklara baktırmadı hiç biri; yaşadım çocuk!

Boş ver diyemem o yüzden sana! Biliyorum, salakça gelir sana bu fikir. Yaramaz, umursamaz ve al yanaklı çocuk, yaşadım ben de! Kayboldu oyuncağım benim de..!
05.03.2010

3 Mart 2010 Çarşamba

İstanbul..

Akşamüstü İstanbul ayrı bir güzel oluyor. Güzellik uykusundan uyanmış prenses gibi. Gözleri yarı şiş, yanakları hafif pembe. Kuşlar konuyor omuzlarına ve yapraklar tac oluyor ona yemyeşil..
Akşam yeli esiyor, biraz ürperiyor İstanbul. Bulutlar sarmalıyor onu. Elini sıcak sudan soğuk suya değdirmiyorlar Prensesin.

'Aklımdaki tüm olumsuz düşüncelerden sıyrılmalıyım' dediğim anda böyle yakalandı duyularıma İstanbul..

Bana kollarını açan, bir anne gibi şefkatle bakan ve baba gibi kocaman.. Gülümseyen, her ne olursa olsun bana mutluluğu hissettiren ve elimi tutan bir sevgili gibi.. Yağmuruyla yüzümü seven, rüzgarıyla burdayım diyen..
İstanbul.. Seni ve sende olmayı seviyorum.. Yine de bazen gitmek istiyorum. Herhangi birgün, herhangi bir saatte, herhangi bir otobüse binip uzaklaşmak istiyorum senden. Özlemek istiyorum seni ve burnumda tütmeni.. En uzak diyardayken bile "Bir İstanbul'um var" diyerek gözlerimi daldırıp anılarıma, ufukta seni görmeyi istiyorum. Uzağındayken sana hasret kalıp, içindeyken doyamamanın hüznünü yaşamak istiyorum. Ve nereye gitmiş ve ne kadar kalmış olursam olayım bir tek sana dönmek istiyorum, sana kavuşmak..

Her bir tepende yaşadığım anılar; daha görmediğim nice sokaklar; ayrı semtlerinde güzel dostlar; sevilmiş gitmiş, sevilmemiş küsmüş nice sevgililer; sadece Beyoğlu'nda bıraktığım avuçiçi sevgiler ve daha nicesi sende gizli..

Sen, bedenim gitse bile uzaklara, ruhumun dönüp geleceği tek adressin, İstanbul..
Sevgiyle..

2 Mart 2010 Salı

Hayat Söyletti..


İstanbul'un telaşında gözlerimi açık tutup eve geldiğimde yatağım göz kırpar bana.. Her zaman tavolmam o edaya. Bugün bıraktım kendimi yatağımın kollarına..

An'ı yaşamak, genellikle yaptığım şey. Bu sefer huzur verdi bana. Uyandığımda yanağımda yastık iziyle sağ yanım pamuk prenses gibi hissediyordu kendini, sol yanım Notre Damın gibi..

Kendimi yatağıma bıraktığım kadar hayatın kollarına bırakmak.. Çok basit bir eylem gibi gözükmüyor bana. Hata yapmak güzel bir şey zira öğrenmek adına, ama dönülmez hatalar yapmak da yürekte derin yaralar açmakta. Ben sakladım hep kendimi. İnsanlar merak etti neden böyle olduğumu. Beni anlamış olanlara da bunu başardıklarını hissettirmedim. Kötü ve sert bilinmek işime de geldi çoğu zaman.

Kötü oldum. İnsanları kırdım, onları azarladım. Kötü kötü baktım suratımı ekşiterek, yer vermedim bazen otobüste. Kırabileceğimin ve üzebileceğimin sinyallerini verdim hep. "kırılmam" dedim,"beni üzemezler". Kimler inandı kimler.. Ah nasıl üzülmem, nasıl kırılmam..! İnsan değil miyim ben.. Kötü & sert imajımı kendimi korumak için çizdim, itiraf ediyorum. Ve aslında, daha çok da bu yüzden incindim. "Mine üzülmez,kırılmaz,bişey demez; zaten böyle demişti..." dediler. Bunu dedirtmekti amacım, ama mutlu etmedi bu gaye beni.. Ve herneyse, bu düşünceler yazıldı benim tecrübe haneme.. Öğrendim ben de birşeyler.


En son neyi fark ettim biliyor musunuz? Benden giden sevgililer hiç dürüstçe gitmediler. Ayrılmak için ya en kuyruklusundan yalanlar söylediler ya da bana "git!" dedirtecek kadar usandırdılar beni, hem de bilerek. Ben nasıl bir insanım diye düşündüm, nasıl biriyim ki böyle gidiyorlar benden..? Ne yani, "olmuyor, sana alışamadım, bitsin" demek ne kadar zor olabilir ki. Suç kelimelerin değil, içinizdeki küçük yüreklerin halbuki..

Ve deli olmak işime geldi çok kereler.. Akıl sağlığımın yerinde olmadığını kanıtlamak için rapor almaya gerek duymadım. Ama rahat durmuyor düşünceler beynimin içinde.. Ani çıkışlarım oluyor. Anlamlandıramadığım şeyler söylüyorum, hatta bazen adab-ı muaşeret kurallarını çiğniyorum. Gülüyorlar, alemsin diyorlar, nasıl böyle olabiliyorsun.. "deliyim" diyorum. Bu sıfata sığınıyorum. Yaptğım, söylediğim şeyler "deli" sıfatı altında absürd durmuyor zira. Zaman zaman istiyorum ben de hastaneye yatmayı, insanlardan uzak biraz kafa dinlemeyi. Gidemiyorum bu hastalıklı akıllı insanlardan.. Onlar deli ediyor beni halbuki..

Hayat öyle bir şey ki, deli olmayı da kötü olmayı da mübah kıldırıyor yaşamak yolunda. Acımıyorum, pekçok kez merhametimden maraz doğurdum zira..

27 Şubat 2010 Cumartesi

Hemingway gibi..


İçindeki şey, en ufak bir sallantıda azalacak kadar güçsüz ve sığken ve sen onu derinleştirmek için çabalamaya gönüllü değilken azalıyor bende ki de günden güne..

Sanki ben bir ağacım ve o güçsüz hislerin estikçe yapraklarım kopup savruluyor. Ne yapraklarımı tutuyorum, ne sana estirme artık diyorum.. Öyle, seyrediyorum sonbaharını..

Sanki ben bir nehrin akan suyuyum. Sana çarptım akıntı alıp başını giderken. Ne tatlı bir kayaydın sen öyle ve ne sert.. Yaladım yosun kokulu benzini. Sende kurumak güzeldi..

Ve bir evrenin İstanbul'uyum.. Ağız dolusu huzur kokuyor bu kelime, "İstanbul". Sen onda bir mahalle kadar yerleşiksin. Yarım saatlik mesafe kadar yakınsın her yöne ve yüzyıllar kadar uzak isteklere..

Böyle betimliyorum ya seni, Hemingway gibi, çok kaldın, iz bıraktın diye değil; bilirsin sen. İlham geliyor tutamıyorum kelimelerimi.. Arılarım, acı ve hüzün ile dokuyor ruhumun peteklerini.. Sen beni sevmeyerek dürüstken, ben verdiğin sahte ilhamla aldatıyorum seni.
Yine sevgiyle..

26 Şubat 2010 Cuma

Adını Artık Sen Koy..


Telefonum hala sık çalıyor, sürekli mesaj alıyorum arkadaşlarımdan.. Biliyorum, bitti ama; insan umuyor yine bir şeyler ya da insanın içindeki garip yaratık öyle olmasını istiyor.. Aklım 2+2=4 kadar iyi biliyor o mesajlarının sahibinin sen olmadığını. Kalbim şimşek hızıyla düşünüyor: "Ya O'ysa", aklım; kaşları inik, "Değil, olmayacak.Yeter artık!"

Her yeni mesajda aynı dialog geçiyor vücudumda. Yoruldum sanırım bir süredir düşünmeyi ertelemekten.Zira düşündükçe hissediyorum yavaşça düştüğümü..

Kıyametin kopacağını bilirken gerçekleşmesine şaşırmak gibi, sabah 7' de kalkmak için saati kurup sabahın oluşuna inanamamak gibi, duvardaki saatin yerini değiştirip alışkanlık eseri eski yerine bakıp durmak gibi..

Bilmem, anlatabildim mi..

Adını artık sen koy..

24 Şubat 2010 Çarşamba

Çikolata Tadında..


Çikolatayı seviyorum.. Hem bitter hem fistikli olunca daha çok seviyorum.. Ama çok yediğim zaman yaramıyor vücuduma. Ya alerji oluyorum ya da kilo alıyorum o lezzeti doyumsuz aşk yüzünden.. Her tatlı şey daima iyi değildir dedirtiyor bu gerçek bana.



Halbuki, bitter ve fıstıklının tadı bi başka gözümde.. Acıyı seviyorum ya, çikolatam da sert olmalı illa; kahvem gibi..



O yüzden bazen uzak kalıyorum çikolatamdan. Yemiyorum bir süre. Hem formumu koruyorum hem de o aşkı özlemle sevgiyle demliyorum tekrar tekrar..



Kavuştuğumuzda gözlerimi yumuyorum. Dudaklarımı huzurlu bir gülümseme kapliyor; farkediyorum. Mutlu ediyor bu AN beni.. Bitmesin istiyorum, bi parça daha koparıyorum, bi parça sonra bi parça daha.. Aman Tanrım! Bu nimet ne karşı koyulamaz şey böyle..

Biraz pişmalık kaplıyor içimi. Formumu aldatmışım gibi hissediyorum. Oysa ruhum için de yapmalıyım bir şeyler. Mutlu ediyor bu şey insanı. Seviyorum keratayı..



Cevizlibağ'ın çikolata kokulu sabahlarını ve akşamlarını da seviyorum mesela.. Sabahın köründe saçma sapan bir derse giderken henüz ayılamamış suratıma çarpar o mis kokulu puding rüzgarı.. Formuma sadık olduğum zamanlarda daha şehvetli görünür duyularıma o koku.. İçime çekerim çekerim çekerim.. Burda kalalım, hep koklayalım bunu derim. Hayat beni sürükler okula doğru.. Hayalimden gerçeğe sürgün ettiği gibi habersizce yapar bunu; karşı koymam ona..



"Charlie'nin Çikolata Fabrikası","Çikolata" ve tabii ki "Kan ve Çikolata" yı da severim mesela.. Özellikle "Kan ve Çikolata"yı.. O film bir başka güzeldir ve özeldir bana.. Bitter tadında birinde kaldı o da..


Bitter ve tam fıstıklı çikolata tadında aşklara..

Sevgiyle..

Tanrı'nın Nimetlerinden..



"çekip gidesim var artık yalan dünyadan

önüme çıkıp duran sahte yüzlerden

hiçbir yüz hiçbir nefes kesmiyor beni

nedense bikaç gündür gidesim geldi.."






Dalıp dalıp dinliyorum bu şarkıyı birkaç gündür. oysaki ne gidesim geldi ne de sahte yüzler çıkıp durdu önüme..


Önüme çıkan değil ama aklıma oturup kalanlardan kurtulmayı denemiyor değilim. Ve ben ne kadar uzaklaşmak istesem, "bu sefer hatırlamayacağım" diye söz versem kendime, şeytan karşımda nanik yapıyor bana. Herhangi küçük bir anıyı koyuveriyor pencereme;

*bir adam fabrikasının semtini söylerken

*bir kitapçının tabelasında

*otobüsteki herhangi bir insanın tenindeki kokuda

*... daha nicesinde


Tüm bunların benim aklımda olmadığını söyleyebilir misiniz..? Sadece ben istediğim için mi zihnimin odalarına girip üstlerinden kilitlenmiş bu bilgiler..? Unutmak Tanrı'nın en güzel nimetlerinden.. Hangi nimetinden hakkıyla faydalandım ki unutmayı hakkıyla başarabileyim..


Bir mazoşistim belki de.. "O" haklı!! Kendimi üzmek istediğim için üzülüyorum. Halbuki pek de hakkıyla unutabilirdim her şeyi.